Herkesin Yaşadığı Hayat
Özellikle büyüdükçe, insanların birbirleriyle arkadaş olmaları çok zor bir hale bürünüyor. Belli bir yaşa gelince özellikle, zaten o yaşa gelene kadar yaşananlardan doğan tecrübeler insanı hep bir koruma kalkanına mecbur bırakıyor. O kalkan, aslında insanın kendini koruma mecburiyetinden ileri geliyor. Peki bir insan neden bir insandan kendini korumak zorunda hisseder?
Hayatlarımız, bizim sandığımız doğumdan başlayan ve ölüm anına kadar giden kısa bir periyod aslında. İçine birçok acı, mutluluk, sevgi, sevgisizlik, şefkat, korku sığdırdığımız bazen hırslarımıza kapılıp yenildiğimiz bazen kalbimizle hareket ettiğimiz anların bütünü. Bu anları yaşarken, aslında dış çevreden çok etkileniriz. Aile ile başlayan sosyalleşme aslında ilkokul, ortaokul, lise ile devam ederek insanın kendini keşfetme sürecine de ayrı bir kapı açar ve aynı zamanda kendini korumaya iten sürece de nedenler oluşturur. Tam da bu noktada, özellikle son zamanlarda fark ettiğim bir şey: “hepimizin hayatını hepimizin yaşaması” bu hayatları yaşarken de en çok önyargılarımızdan beslenmemiz. Nasıl mı? İnsanlar gerçekten birbirlerini şüphesiz her şekliyle tanıdıklarını sanıyor ve çok keskin yorumlar yapıyor. Halbuki iç yüzünü bilmediğimiz olaylar, sırlarımız asla yokmuş gibi insanlar algılıyor ve onların kafasında şekillendirdikleri kadar benliğimizin var olduğunu sanıyorlar. İnanılmaz bir düz mantığın eseri olan bu bakış açısı, aslında insanların hem empati yeteneğinden yoksunluğunu, hem diğer hayatlara karşı ne kadar ilgisiz olup ama yine de kendi hayatları kadar değerlendirmek istediğini ve bunu yaparken ön yargılarından ve şüphesiz her şeyi bildiklerini sanmalarından yararlanarak aslında konuşmayı devam ettirmeleri sonucunda gülünç duruma düşmemeleri de kaçınılmaz oluyor. Ben tam olarak, benliğimi hiçbir arkadaşıma açamadığımı anladığım bir anda bunları kelimelere döküyorum ve acı gerçekle yüzleşiyorum. Ben, insanlar için “insanların kafasının içindeki ben” kadarım. Ne kadar kelimelere dökseniz de ruh halinizi, hissettiğinizi dışarıya veremezsiniz. Aynı durumları yaşamış ve aynı süreçlerden geçmiş insanlar bile farklıdır ve bir yere kadar anlayabilir yalnızca. Çünkü herkesin kimliği farklıdır.
Fakat günümüz toplumunda eğitimli kesim bile, kimliklere saygı duyduğunu sanarken bile saygı duymadığının farkında değil ve herkesi, kendi kafasının içindeki kadar yargılıyor. “Sen sevgilini kıskanmıyorsun, demek ki aşık değilsin” bile diyip, aslında karşı tarafında tıpkı kendileri gibi aşk yaşamalarını bekliyorlar. Ne garip değil mi, farklılıkların bizleri daha üretken ve eğlenceli kılması gerekirken kafamızın bir köşesinde herkes için en doğrusunun, bizim yaşadığımız hayat ve hissettiğimiz duygular olduğunu sanıyoruz. Oysaki, hayat aslında her birimiz için bambaşka. Çok farklı ve birbirine benzeyen ve bir o kadar da ayrıştırılabilen özelliklerimiz, motivasyonlarımızla varız bu hayatta. Evladını kaybeden her anneden aynı şekilde acı çekmesini, herkesin aynı şekilde aşkı yaşamasını bekliyoruz. Bu beklentilerin içindeyken herkesin aynı ayaklarla aynı yolları yürümediğini, herkesin farklı çocukluk geçirdiğini unutuyoruz. Herkesin hayatının içindeyiz ve yaşıyoruz ama hiç kimsenin travmalarını göz etmiyoruz. Duyguları önemsemiyoruz. Aşk mı? En doğrusu benim aşkım. Peki ya acı? En çok ben acı çektim. Başarmak nedir? Çok para. Neden? Çünkü öyle. Ama neden? Neden öyle? Nedeni yok, nedensizliği bile aslında ne kadar empati yoksunu olduğumuzun göstergesi değil mi? Anlamak ve hissetmek yerine anlaşamamayı, anlamamayı, dışarıda bırakmayı seçiyoruz. Bu kadar yorulduk mu? Yoksa gerçekten bencil miyiz?
İnsan; iyi olduğu kadar kötü ve güzel olduğu kadar da çirkin. Ne tarafı besleyebildiğimiz ise, bizim görmemeyi seçtiğimiz ama insanın geçtiği o yollara, çocukluğuna, motivasyonuna, eğitimine, çevresine bağlı. Yargılanmaktan korkarken yargılanan insanlarla dolu etrafımız. Ve her zaman en iyisini bildiğini iddia edenlerle. Peki biz, her konuda iddiasız olan ve bir şey bilmediğini iddia edenler olarak, ne taraftayız?